Site icon

Bonsainin yolculuğu

Sabahın ilk saatleri hep böyledir buraların. Gecenin ardından, ilk ışıklarıyla birlikte ısıtır denizi güneş. Sıcağa hasret kalan su, yükselmeye başlar güneşe doğru. Denizden çöle doğru hafif bir esinti girer güneşle suyun arasına, su çaresizce çöle yönelir. Artık her taraf görünmez olur suyun buharından. Yürürken yüzünde denizin esintisini hissedersin. Sonra güneş iyice ısıttığında kumu, hiçbir şey kalmaz sudan, yok olup gitmiştir sevdalısı olduğu güneşin peşinde koşmaktan. Yine o sabahlardan birinde, denizden gelen suyun dallarında bıraktığı o güzel serinlemeyle ve etrafını saran yoklukla birlikte,

-Çok farklı bir hayat düşünmüştüm. Köklerimden gelen kuvvetle güneşe doğru yükselecektim. Kuşlar dallarıma konacak, belki de yuva kuracaklardı. Arılar, kurtlar beslenecekler, her baharda rüzgarın desteğiyle polenlerimi yollayıp başka yerlere, çoğalacaktım. Yeşil yapraklarım hiç eksik olmayacaktı.

Diye düşündü bonzai hayatının bu anlamsızlaşan son günlerinde.

Çok acı çekmişti büyürken. O büyüyüp serpilmek isterken, güzellik uğruna her çıkan yeni dalını budamışlar, her yaprağını toplamışlardı. Canını çok yaktılar, kendi gözlerinde güzeli bulmak için. Şekil verirken haykırışlarını kimse duymak bile istemedi. Yine de yılmadı, tüm yapılan işkenceye rağmen büyüttü kendini. Öğrenmeye çalıştı ayakta kalabilmeyi. Anlamsız geliyordu ona doğrudan uzanmak varken gökyüzüne böyle eğri büğrü ve kısacık kalmak. Bıraksalar boyu sekiz dokuz metre olacaktı belki kestiler doğradılar o yana çektiler olmadı bu yana çektiler ancak üç metre boyunda her tarafında kamburlarıyla, bir ucube olabildi. Omurgası değişmişti sanki kendi ailesinden kimseye benzeyemedi. Oysa dedelerine benzeyebilmeyi o kadar çok istemişti ki. Yine de ayaktaydı, dalları yapraklarla doluydu. Bazen kuşlar bile gelip şarkı söylerlerdi dallarında, o şarkılarla dans etmeye bayılırdı. Çektiği tüm acılar güçlendirdi onu. Artık umurunda değildi kamburları, yamuk omuzları. Gölgesi belki çok işe yaramıyordu. Yine de baharlarda polenlerinin dağılışını seyretmeye doyamıyordu. Biliyordu ki kamburları onun, genetik değildi. Hala çok güçlü köklere sahipti ve o kökler devam edecekti büyümeye.

         Sonra durup dururken aldılar onu yaşadığı topraktan, yüklediler bir kamyona. Canı yanmıyordu evet ama çok korkuyordu. Güneş kayboluverdi birden, kapattılar kasanın kapağını. Ne kadar sürdü yol fark edemedi ve ne kadar uzağa gittiler. Yaprakları güneşi bulamayınca yere doğru döndürdüler başlarını. Renkleri de hafif sarıya döndü. Ölmelerinden çok korktu fakat yine de gücü yettiğince besledi onları. Geldiler sonunda, aldılar kamyondan yeni bir yere koydular. O güne kadar canını yakanlar kalmamıştı etrafında, şimdi yenileri vardı. Çok mutlu ve onu çok sevmiş göründüler. Besliyorlar, yapraklarını tekrar sağlığına kovuşturmak için çabalıyorlardı. Hele bir tanesi vardı. Diğerlerinden çok daha uzun ve genişti omuzları. Saçları dökülmemişti fakat yer yer beyazlamış ve omuzlarına kadar uzuyordu. Uzun ve yuvarlak yüzünde zamanla yaşadıkları yol olmuş, sıra sıra uzanıyordu. İri bal rengi gözleri, ışıl ışıl. Günün her saati onunlaydı sanki. Topraktan ilk çıktığı yerleri hatırlıyordu. Buraya göre daha güzeldi havası. Tam serpilip büyüyebileceği bir topraktaydı. Daha sıcaktı burası doğduğu yerden, toprağı da tatsız tuzsuz geliyordu ona, daha çok kum gibiydi. Belki de onun için bu kadar üzerinde duruyorlardı. Sonuçta yeterince su, vitamin alıyor, besleniyordu. Güneşe dönüyordu yüzünü, yaprakları yeniden canlandı, yemyeşil oldu. Güneş gidince evet biraz soğuktu ama bal gözlü güneş gibi doğuyordu yanında. Mutlu hissetmeye başladı kendini, seviliyor ve seviyordu aynı zamanda. Etrafındakiler çoğaldı ama kimsenin ona dokunmasına izin vermiyordu bal gözlü. Sabahları gelir her bir yaprağını tek tek sever, gövdesine dokunurdu. O geldiğinde sanki yaprakları ona doğru dönerdi. Artık bütün acılar bitti diye düşündü. Kamburu, yamuk omuzları, hiç birini dert etmiyordu.

Günler çabuk geçti böyle olunca. Yağmurlar başladı artık sonbahar gelmişti. Kuşlar göç etmeğe başladılar. Değişik olur buralarda gökyüzü sonbaharda. Gündüz hala sıcak sayılırdı, geceleri ise çok soğuk. Ağırdı havası, bulutlar gökyüzünde dolanırlardı. Beyazlarla, siyahlar savaşırdı her zaman. Hatta bazı sabahlar kanları bile akardı denize doğru ya da denizden göklere. İyilerle kötüler gibiydiler her gün biri çoğalır diğeri azalırdı. Hep kötüler çoğaldığında daha soğuk daha da karanlık olurdu. Biraz soğuktu evet ama bal gözlü yanındaydı yine. Aynı parıldayan gözlerle, aynı sevecenlikle. Parıldayan gözleri;

— korkma soğuktan, ben buradayım seni koruyacağım.

Aradan geçen bir kaç günde etrafına bir şeyler yapılmaya başlandı, önce anlamadı ne olduğunu sonra gördü ki onu korumaya almak için, bal gözlü örtü yapmaya çalışıyordu. Şeffaf güneşi de görebileceği bir örtü.

O gün de geldiler sabahtan bal gözlü başlarında, evet biraz daha soğuktu belki ama çalıştılar akşama kadar, onu koruyabilmek için. Evet hemen hemen hazırdı her şey, bal gözlü sözünü tutmuş onu koruyabilmek için tüm çabasını göstermişti. Sadece şeffaf örtünün kapatılması kaldı yarına. Güneş gittiğinde bal gözlü yine geldi. Konuştular bir süre, yine her yaprağını tek tek okşadı sevgiyle, korkma dedi yarın her şey bitecek, asıl soğuklar gelmeden koruyacağım seni, hep yanındayım. Şimdi uyuma zamanı yarın sabah yine buradayım. Tek başına kalmıştı şimdi. Güneşten ve bal gözlüden yoksun. Mutluydu biliyordu ki yarın ikisi de gelecek şimdi uyku zamanı. Herkes gitmişti artık dinlenme zamanı diye geçirdi içinden. Hafif rüzgarın etkisiyle, yapraklarının söylediği şarkı eşliğinde uykuya daldı.

Ne kadar zaman geçti fark etmedi ama rüzgarın artmasıyla yaprakları artık çığlıklar atıyordu. İrkildi birden rüzgar artmış, hava soğumuştu. Yapraklarının feryadı kulaklarında çınlıyordu. Rüzgar arttıkça dalları gövdesinden kopmak istercesine hareket ediyor canı yanıyordu. Çaresizdi. İlk zamanlardaki gibi canı yanıyordu. Rüzgar artıkça soğukta başlamıştı. Üşüyor, sallanıyor her yeri acıyordu. Yapraklarını tutmaya çalışıyordu tüm gücüyle. Soğuk ve rüzgarsa köklerine kadar gidiyordu sanki. Yapraklarının çığlıklarıyla, dallarının çatırtılarıyla bağırıyordu;

— imdat, imdat.

Duyan olmadı bu çığlıkları. Önce bir yaprak düştü en üst dalından dayanamayıp. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Fırtınaya dönen rüzgar soğuk havayı da getirmişti yaprakları teker teker ölüyordu. Kendisi de ölmek üzereydi direndi. O daha çocukken öğrenmişti direnmeyi. Haykırmalar hıçkırıklar arasında öldü bütün yaprakları. Artık sadece gövdesi ve kökleri kalmıştı, onu hayata bağlayan. Bir de bal gözlü sabah gelecek olan. Soğuk ve rüzgarın etkisiyle çırılçıplak kaldı, acısı ve sevgisiyle yıkılmadı. Artık güneş çıkmak üzereydi. Fırtına sakinlemiş yağmur başlamıştı. Evet, yaralı ve canı yanmış hırpalanmıştı. Ama dayanmıştı. Yapraklarını kaybetmiş olsa da ayaktaydı.

Umutsuzca, çırılçıplak bekliyordu bal gözlüyü. Uzaktan göründü sonunda, o ağır vücuduna rağmen herkesi arkasına takmış, koşarak geliyordu. Gözleri kızarmış sanki balı akmıştı. Koştu koştu geldi, önünde sanki oraya gelirken tüm enerjisini harcamış gibi dizlerinin üzerine düşüverdi. Gözbebekleri, sabahın ilk ışıklarında kızarmış gökyüzünün üzerinde simsiyah bir hare olmuştu sanki. Sanki her düşen yaprak için döktü gözyaşlarını. Sarıldı çıplak bedenine çökmüştü sanki;

— Geç kaldık, geç kaldık hepsi benim suçum.

Diye söylenip durdu. Bu ilk şoku atlattığında fark etti ki canlıydı ölmemişti. Bir umut doğdu gönlünde yeni bir umut. Evet, dökülmüştü tüm yaprakları ama yaşıyordu.  Şimdi hemen kapatmalıydı üzerini ve öyle yapı. Artık rüzgardan ve soğuktan koruyordu onu.

Yorgundu, çırılçıplak kalmıştı, kamburu ve yamuk omuzları çökmüştü sanki. Fakat artık üşümüyordu. Hiç kimseden görmediği sevgiyi görmüştü bal gözlüden. Vitaminler, ilaçlar, güneş yeter ki iyileşsin diye her türlü destek veriliyordu. Kendine gelmeye başladı yavaş yavaş. Güçlü hissettiği zamanlar gelmişti yine çıplaktı çarpık omuzları ama üşümüyordu. Kökleri güçlenmişti. Bütün bir kış böyle geçti. Baharda açtılar örtüsünü güneş daha bir güzel daha bir sıcaktı. Bal gözlü de her gün yanındaydı, elinden gelen her şeyi veriyordu, en önemlisi de sevgisini. Tekrar iyileşmeye başladığını hissetti. Köklerinden gelen güçle yine yeşilleniyordu. Bir terslik vardı bununla beraber. Köklerinden gelen güç kamburuna, çarpık omuzlarına ulaşamadan hemen dibinden yeni cılız kolları büyüyor ve yapraklanıyordu. O sabah gördü bal gözlünün gözlerindeki karanlığı ilk defa, sevgi kalmamıştı. Elinde büyük bir makas, yeni kollarını kesiyor. Başladı yine işkence;

– Canım yanıyor, yapma, lütfen sen yapma ..

Dinleyen yoktu onu. Beklenen eskisi gibi yemyeşil yapraklanmasıydı ve kimse onun için, bir otuz yıl daha beklemeyecekti. Yine canı yanıyor yine ağlıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın yeşillenemiyor iyileşmiyordu. En kötüsü de çok sevdiği bal gözlü de bırakmıştı onu sevmeyi. Sonunda vazgeçtiler ilaç vermekten, vazgeçtiler beslemekten, kısacası vazgeçtiler ondan. Öylece çırılçıplak kaldı orta yerde. Kamburu ve çarpık omuzlarıyla kimsesiz. Beslenemiyor gelişemiyordu. Anlamıştı ki artık ölüm yakın.

Her sabahki gibi başladı yine bu sabah. İki adam etrafında döndü durdu. Ona bakıyor aralarında konuşuyorlardı. Ama ne konuştuklarını bir türlü anlayamadı. Onu hemen oradan kaldıracaklar mıydı? Ölüm hemen mi gelmişti? Biran korktu. Evet, o da korkuyordu ölümden her şeye rağmen. Her şeye rağmen tüm kötülükleri gördüğü, acı çektiği bildiği hayattan gitmekten korkuyordu. Herkes kadar bilmediğinden o da korkmaktaydı. Bununla beraber hazırdı da ölüme herkesten fazla. Biliyordu ki polenlerle dağıttığı kökleri yaşıyordu bir yerlerde ve biliyordu ki, o daha iyi olmayacaktı. İşte sonuydu hayatın ve o korksa da hazırdı ölüme, bilinmeze.

İki adam yaklaştı yanına, kamburuna baktılar. Yamuk omuzlarına, iğreti gözlerle dokundular. Bir şey duyar gibi oldu, sanki adak dediler. Korktu bir an yakmalarından, yanarak ölmekten. Adamlardan biri gömleğinin koluna uzandı. Gömleğinin kolunu bağlayan biyelerden birini söktü hızlıca. Sarı renkli kumaşı bağlayıverdi çarpık omuzlarından uzanan kurumuş kollarından birine. Arkasından diğer adam da daha büyükçe bir kumaş getirdi. O da bağlıyordu kollarına beyaz kumaşı. Ardından bir diğeri, bir diğeri geldi. Tek tek bağlıyorlardı kollarına kumaşları. Belki yaprakları kadar çok değildiler ama artık çıplak da değildi.

Adamlar, kadınlar, yaşlılar ve gençler sürekli geliyor, kumaşlar bağlıyorlardı, bu az görülmüş kambur ve çarpık omuzlardan çıkan kollara. O sabah yine geldi, iki yaşlı kadın. Ellerinde çaputlar, açtılar avuçlarını göğe dualar okuyor, isteklerde bulunuyorlardı. İyice kulak kabarttı söylediklerine yaşlı kadının;

– sevgili bonzai ‘’ diyordu. ‘’ kızım evde, bir türlü evlenemiyor. Göster bize rahmetini evlensin çabucak’’ elindeki çaputu bağlayıverdi kollarından birine. Diğeri ise on yıllık çocuğu olmayan oğlu için bir şans diledi ondan ve başka bir çaput bağlayıverdi.

Şimdi kollarına bağlanan çaputlardan ne kamburu ne de çarpık omuzları görünüyordu. En üst dallarından yerlere kadar yaprakları kadar kumaş parçalarıyla örtülüydü. ‘’ ben kendime bile faydası olmayan ben’’ diye düşündü. ‘’Acılar çektirdiniz, yaraladınız, kanattınız hayatta hiç bir şey bırakmadınız güzel olan. Şimdi mutluluğunuzu benden mi bekliyorsunuz?’’

Yine daldı düşüncelere ‘’ köklerimden gelen güçle’’ bir acı hissetti, ta köklerinden yine de devam etti. ‘’güneşe doğru yükselecektim’’ şimdi daha büyük bir acı ve bir çatırdama. ‘’ kuşlar dallarıma …….’’ daha büyük bir acı, daha güçlü bir çatırdama. Üzerindeki paçavraların ağırlığına daha fazla dayanamadı. Büyük bir gürültüyle yığılı verdi olduğu yere.

Son bir çabayla, elveda dünya diyebildi.

23 Nisan 2020

Exit mobile version