HikayelerYazılar

TAŞ MASA Yusuf Metin

Cemal’in bizi gece yarısından sonra taş masaya çağırması bu masanın tarihinde ilkti. Taş masa; bizim kasabanın hemen dışında, ağaçlar arasında sote bir yerdi. Buradaki doğal bir taşı yontup masa yapmıştık kendimize. Etrafında da taştan dört oturak vardı. İyi veya kötü bütün önemli anlarımızda burada buluşurduk. Çoğu zaman bir durum olmasına da gerek duymazdık. Taş masaya geldiğimizde Kambur Cemal bizi bir kasa birayla bekliyordu. Atkafa arabadan iner inmez Kambur’a selam bile vermeden şişenin birini açtı,  “Ooo Cemo bugün hızlısın hayırdır?” dedi ve şişeyi kafasına dikti. Arabadan indiğimizde hepimizin dikkatini Cemal’in yanında duran beş tane boş bira şişesi çekmişti. Atkafa, Haydut ve ben bir oturuşta beşer birayı rahat içerdik. İş altıncıya gelince duruma bakardık. Cemal ise iki biradan fazla içmezdi. Israrlarımızla açsa da Cemal’in üçüncü birasını hep Atkafa bitirirdi. Takıldığımız bütün gecelerin sonunda da hepimizi evimize bırakır, muhtemel vukuatların hepsini önlerdi. Sadece bir akşam -Zeynep’in üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gittiği akşam- neredeyse bir kasa birayı tek başına içmiş ve bizi eve yine o bırakmıştı…

  Bizden biraz farklıydı Kambur Cemal. Bu farklılığa hepimiz saygı duyardık. O gece bizi niye çağırdığını bilmiyordum ama uzun bir gece olacağını tahmin etmek zor değildi.

Kambur Cemal sanayide ustalık yapar. Çok akıllı çocuktur, hep akıllıydı. Babası onu ortaokuldan sonra Motor Selim’in yanına sanayiye vermeseydi kesin memleketin en iyi mühendisi olurdu. Mühendis olamadı ama sanayide yediği sopalar ve o inanılmaz pratik zekasıyla sanayinin en iyi ustası oldu. Ama o akşam dumanlıydı Kambur. Onu hiç böyle görmemiştim ve bu duman kolay dağılacak bir dumana da benzemiyordu. Bizi, virüsün milletin anasını ağlattığı bu sokağa çıkma yasağı gecesinde taş masaya çağırır çağırmaz gelmiştik. Kambur’un bebekliğini biliyorduk ve kimseden şartları zorlayan bir şey istediğini görmemiştik.

Atkafa Fikri, ilkokulda bizimle sadece bir sene okuyabildi. Bizden sonra iki sene daha sınıfta kalınca babası bunu okuldan döve döve alıp bir berberin yanına verdi. Atkafa, orada da dikiş tutturamadı. Komilik, araba yıkamacılığı, pazarlarda penye işi derken bir araba sevdası aldı Fikri’yi. Bizim kasabadan ilçeye giden minibüslerde muavinlik yapmaya başladı. Ehliyet alıp şoför olma hayalleri kurmaya başladı sonra. Uzun yol şoförü olup ömür boyu araba kullanacaktı. O da olmadı. İkinci ehliyet dosyasındaki son sınav hakkında da ehliyeti alamayınca bütün hayaller suya düştü. Kederden taş masada buluştuk. Atkafa sınavların saçma olduğunu aslında kendisinin ehliyeti hak ettiğini anlattı bütün akşam. Haydut ve ben sadece dinledik. Kambur’sa o  akşam bizim söyleyemediklerimizi Atkafa’ya söyleyiverdi: “Oğlum iki dosyada on kere sınava girdin, birinden bile geçemedin, bu iş yalandan ilkokul diploması almaya benzemez.” Atkafa’nın gözleri doldu, Kambur’a saygı duyardı ama yumruklarını sıktığını gördüm. Bir süre boşluğa, bilinmez bir yere sabitledi bakışlarını. Sonra olanca gücüyle bağırdı, bağırırken sesi hiç çatallaşmamıştı: “Anasını s.kiyim dünyadaki bütün sınavların.” Minibüsü, otobüsü, arabayı belki verseler treni, uçağı, gemiyi bile sürebilir ama sınavları geçemiyor işte. Sınavların Allah belasını versin…

Atkafa Fikri, taş masaya gelir gelmez açtığı ilk birayı ikinci dikişte bitirdikten sonra Cemal’e bu sefer yapıcı bir soru sordu: “Cemo hayırdır birader, bir derdin mi var?” Kambur Cemal, Atkafa Fikri’ye bakıyor ve bir şeyler anlatıyordu. Bunu gözlerinden anlıyorduk. Ama konuşmuyordu, sadece bakıyordu. Gözleri, sabitlendiği bir noktayı deliyordu ama hiçbirimiz sabitlendiği noktayı kestiremiyorduk. Dalmış gözleri bilirsiniz, işte o gözler arasında en derine dalmış gözleri hayal edin, Kambur öyle bakıyordu. Kambur’un hiç kimsenin duymadığı konuşması bitip gözlerini o noktadan ayırırken “Zeynep” çıktı ağzından.

Mesele anlaşılmıştı, ya da biz öyle sanıyorduk…

Zeynep, Kambur’un zayıf yanıdır. İlkokul üçte, önce yeni öğretmenimiz Hüsnü hoca sınıfa girmiş, arkasından da Zeynep’i görmüştük. Zayıf, gözlüklü, küçük suratlı, kahverengi kıvırcık saçları itinayla toplanmış, yeşil gözlü bir kızdı. Çok güzel olmasa da sınıfın bütün oğlanları ondan etkilenmişti. O ilk dersin teneffüsünde Kambur bizi toplayıp uzun uzun konuştu. Ama tüm o konuşmadan anladığımız tek şey Zeynep’e yan gözle bakmamamız gerektiğiydi. Sonra bu durumu okuldaki diğer erkeklere de değişik yollarla anlattık. Hiçbirine Kambur’un bize anlattığı gibi anlatmadık. Ama bizim yöntemimiz çok daha etkili oldu bence. Zeynep, Hüsnü hocanın tek kızıydı. Hüsnü hoca bizim kasabaya tayin olduktan sonra yıllarca çalışmış, sonra da emekli olup kasabaya yerleşmişti. Biz sırayla eğitim sisteminin dışına itildik ama Zeynep devam etti. Mimar oldu. Hüsnü hoca kahvede anlatırdı bize Zeynep’i. Gerçi biz pek dinlemezdik, hocamıza ayıp olmasın diye dinlermiş gibi yapardık ama Kambur baştan sona dikkatle dinlerdi. Sonra da taş masa akşamlarında ikinci birası bitince bize anlatırdı. Öyle güzel anlatırdı ki kahvede yarım yamalak dinlediğimiz hikaye ile bu hikayenin aynı hikaye olduğunu anlayamazdık. Onun Zeynep’i anlatışlarını çok dinledik. O yüzden hepimiz o hikayeleri ezbere biliyoruz. Okulu bitirince İstanbul’da iş yapmaya çalışmış bir süre, büyük inşaat şirketlerinin birinde yükselme garantili bir iş de bulmuş. Bir süre çalıştıktan sonra birden bırakıp bir hayalin peşinden koşmaya başlamış. Arkadaşlarıyla doğayla barışık, tamamen o yöreye özgü evler yapmak için Anadolu’yu dolaşıyormuş. Hikayenin burasını bizzat Hüsnü hocadan  birkaç defa dinlemiştim. Hikayenin o bölümünü anlatırken hep gözleri dolardı: “Aç susuz ne yapıyor oralarda?” diye içlenir, konuyu değiştirirdi. İki yıl dolaştıktan sonra neden bilmem kasabaya döndü Zeynep.  Döndüğünden beri Kambur Cemal çok mutluydu. Hatta virüs mevzusundan önce Zeynep yurt dışına gitmeye hazırlanıyormuş diye bir haber geldiydi de Cemal hayata küsmüştü. Alahtan virüs çıktı da gidemedi. Bir beklentisi olduğundan da değil, kendi kendine seviyor Zeynep’i. Kaç kere söyledik, “Oğlum aç gönlünü, söyle sevdiğini, ne kaybedersin?” Kestirip atardı Cemal. “Bana mı kaldı güzel Zeyno’m!” cümlenin gerisini getiremez, gözleri dolardı. Gerçi gerisi getirilecek bir cümle de değildi bu. Çok inatçıdır Cemal, annesi bunu düşürmek istemiş, soba tutuşturduğumuz çıraların birini yontmuş, tövbe diyeyim ama orasından içeri sokmuş, bu da Cemal’in beline denk gelmiş. Düşmemiş tabii Cemal, Belinde yarayla doğmuş. O yaradan ötürü de hafif öne eğik yürür. Kambur diyoruz ya hikayeyi düşününce üzülüyoruz. Ama öyle işte, biz onu öyle bildik, inatçı Kambur Cemal.

“Zeynep hamile!” Elindeki birayı kafasına dikip tek yudumda içmişti sanki. Şişeyi ağzından indirip fırlattı. Sonra tekrarladı: “Zeynep hamile.” Bir şişe daha dikti kafasına, onu içemedi tek yudumda. “Allaaaaaah” diye bağırdı. Ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Haydut, çok konuşmaz yakın temastan da hoşlanmazdı ama Cemal’e sarıldı: “Kardeşim sen zaten kendini ona layık görmüyordun, olacağı buydu. Boş ver, üzme kendini!” dedi. Cemal, Haydut’a döndü, yüzü kızarmıştı: Haydut, kardeşim, Hüsnü hocanın Zeynep’ten bahsetmiyorum…

Haydut Mustafa, aramızdaki en sessiz kişiydi. Okulda da sadece kavgalarda konuşur, kavga edeceğimiz zaman en öne geçer, bize de çok iş bırakmazdı. Hep iri yarıydı Mustafa, birinci sınıfta Atkafa’ya bulaşan beşinci sınıflara kafa tutardı. Bizim için, özellikle de Atkafa için çok dayak yemişliği vardır. Büyüyüp de kasabanın delikanlıları olduğumuzdan beri herkes çekinir Haydut’tan. Bir keresinde bana kafa atan bir çocuğun suratını bıçakla çizince “çehrede sabit hasar” suçundan iki ay içeride kaldı. Sonra aileler araya girdi, bir şeyler oldu, çıkardılar Mustafa’yı. Sapsarı tenli, alnı açık, hep üç numara tıraşlı gezen bir adamdır Mustafa. Babasının marketi var kasabada. Şimdilerde o bakıyor markete. Geceleri bakar ama sadece. İçki almaya gelen serserilerle aynı dili konuştuğu için babası akşam sekizde ona bırakıyor dükkânı. Şimdilerde marketler gece kapalı olduğundan boş geziyor. Gündüz ne yaptığını kimse bilmez, odasından akşama kadar çıkmaz. Ama ben ne yaptığını biliyorum, çok güzel resim çizer Haydut Mustafa, odasının duvarlarını görseniz bunları bu adam mı yapmış, dersiniz.

Aklımıza o anda ikinci bir Zeynep gelmiyordu. Haydut, yuvalarından hep dışarıda duran pörtlek gözlerini açarak sordu: “Hangi Zeynep o zaman?” Cemal ilk dikişte bitiremediği birayı dipledi. Boğazını temizledi, ayağa kalktı, şişeyi taş masaya vurup kırdı ve havaya kaldırdı. Kambur Cemal’i ilk defa bu kadar dik görüyordum. Elindeki kırık şişeyle konuşmaya başladı. “Niye isimlerimizin önünde doktor, avukat yok da lakaplarımız var. Herkesin tanıdığı bir unvanımız neden yok bizim? Hiç düşündünüz mü?” Bana döndü: “Sen, Piç Hakan, baban olacak o pezevenk sizi bırakıp gitmeseydi belki veterinerliği bitirip bir baltaya sap olacaktın. Şimdi ne yapıyorsun? Güvercin pazarında bilirkişi!” Bu akşam böyle bir yüzleşmeye hazır değildim. Evet, babam bizi bıraktığında üniversite sınavını kazanmıştım. Bir sabah kısa bir not bırakıp hayatımızdan çekip gitmişti. Ankara’da üniversiteye kaydolmaya gittiğimde yanımda kimse yoktu. Param da ancak kayıta yetmiş, tanımadığım şehirde öylece kalakalmıştım. Dönüş parasını bizimkilerden istemek de ağırıma gitmişti.  Kayıttan sonra rica minnet, güç bela kasabaya döndüğüm günün akşamı taş masada içerken bunları anlattığımda Atkafa birden “Desene piç gibi ortada kalmışsın oğlum” deyiverdi.

Atkafa sık sık böyle insafsızlıklar yapardı ve bu söylediğinden sonra Atkafa da dahil herkesin suratı düşmüştü. Evet, beni özetleyen üç harf buydu: “Piç” O günden sonra sadece kendi aramızda kalmasına dikkat ederek bizimkiler bana piç demeye başladı. Ankara’da ancak iki sene dayanabildim. Bizim çocukların, özellikle Haydut ve Kambur’un yolladığı paralar zar zor iki sene idare etmişti. İnsan, kim olursa olsun babasından ister gibi kimseden para isteyemiyordu ve ben onu Ankara’da öğrenmiştim. Kimseye haber vermeden okulu bırakıp kasabaya döndüm. Bir daha gitmeyeceğimi söylediğimde Haydut’tan sağlam bir dayak yemiştim. Ama hayat bizim istediklerimizi yapmamakta ısrarcıydı ve Haydut da bunu biliyordu, dayak atmak dışında bir yol bulamadı. Atkafa, ehliyet sınavını geçememişti, aslına bakarsak hayatın ehliyetini almak için gereken sınav neyse onu hiçbirimiz geçememiştik. Hayatı yaşamayı biliyorduk ama belgemiz yoktu.

Haydut Mustafa, ayakta dimdik duran Kambur’un eline yapışıp şişeyi aldı, çekip oturttu taştan biçimsiz oturaklardan birine. “Otur da anlat Cemo, ne oldu? Niye söylemiyorsun, Zeynep kim? Kafayı mı buldun yoksa?”

Kambur, derin bir nefes alıp ağlamaklı bir sesle cevap verdi: “Çekirge” benim ustanın-Motor Selim’in- kızı…”

Çekirge derdik ona, bu ismi Cemal takmıştı. Adının Zeynep olduğunu bile unutmuşum. Cemal de ondan bahsederken hep Çekirge diye bahsederdi. Boş zamanlarında sürekli dükkana gelir Cemal abisine yardım ederdi. Cemal, onu kardeşi gibi severdi. Babasına söyleyemediği her şeyi Cemal’e anlatırdı Zeynep. Babalık yapmak neyse onu yapıyordu Kambur Cemal Zeynep’e. Selim Usta sanayideki bakkaldan bozma birahanede takılırken onların evini boyardı, hatta bir keresinde ev taşımışlardı hep beraber gitmiştik. Taşınma sırasında sadece Selim Usta yoktu. Okulda Zeynep’in veli toplantısına bile gitmişliği vardır Cemal’in. Selim Usta’nın karısı Çiçek yenge de onu kardeşi gibi bilir, dualar ederdi.  Cemal, Selim Usta’nın yanında büyümüştü. Onun evi gibiydi o dükkan. Ailesini de ailesi bilmişti. Uzunca süredir de dükkanın ustalığını tek başına yapıyordu. Çok dayağını yedi Selim’in. Çıraklığında gözü mor döndüğü bile olurdu işten. Yine de ona saygı duyardı Cemal.

Cemal öfkeden titreyen sesiyle devam etti : “Dün dükkana gelmiş, beni sormuş Zeynep. Ben müşterideydim, oradan da dükkana uğramadan eve geldim. İki aydır bu virüs laneti çıktığından beri göremiyordum Çekirge’yi. Çiçek yengeyle görüştüm bir iki kere.  Hatta, Zeynep’e söyle ona küstüm, unuttu Cemal abisini dedim. Nereden bileyim… Ağlıyordu, falan dedi dükkandaki çocuklar, sonra babası alıp götürmüş. Bugün bunları duyunca hemen çıkıp evlerine gittim. Kapıyı çaldım, ses yoktu. Seslendim, Çiçek yengenin sesi geldi içeriden. Kapı üstlerine kilitliydi. Olan hiçbir şeyi anlayamıyordum. Cemal yardım et, dedi Çiçek yenge içeriden. Kapıyı kırıp içeri girdim. Gözleri şişmişti Çiçek yengenin. Halsiz, perişan yatıyordu Zeynep de. Elim ayağım titremeye başladı. Çiçek yenge ne oldu? Allahınıza söyleyin, ne oluyor burada? Onları öyle görünce halim canım gidiverdi birden. Götür bizi Cemal , her şeyi anlatacağım, diyebildi Çiçek yenge. Ben de daha fazla zorlamadan İkisini alıp çıktım evden. Bizim eve getirdim. En sonunda utana sıkıla anama anlatmış Çiçek yenge…

Haydut, Kambur’un elinden aldığı şişeyi çok sıktığından olacak şişe elinde parçalandı. Haydut’un gözlerinden ateş çıkıyordu. “Kimmiş Cemal s.kecem belanı söylesene!” Cemal başını önüne eğdi. Kısık bir sesle çığlık atar gibi konuştu: “Motor Selim”

          Uzun bir süre sadece sessizlik konuştu. Sadece Atkafa’nın sessizce ağlarken çıkardığı hıçkırıkları sessizliği bozuyordu. Haydut hiç hareket etmeden masada duran şişelere bakıyordu. Kambur Cemal başını hala kaldıramamıştı. Ben de s.ktir olup giden babamı düşünüyordum…

Sessizliği Cemal bozdu:

  “Dün anlamış Çiçek yenge. İki aydır Zeynep’in durgunluğunu sokağa çıkma yasağına, okula, dükkana gidememesine vermiş. Hatta Cemal abini arayalım demiş, Zeynep istememiş. Ben de işe güce düştüm Allah kahretsin beni!” Haydut Mustafa, Kambur Cemal’e sarıldı. Cemal toparlanıp devam etti.  “Zeynep’teki durumu anlayınca Selim’i çağırmış hemen. Babası tabii ne bilsin kadıncağız. Selim eve gidince İkisini de perişan etmiş, dövmüş, tehdit etmiş öldürürüm diye. O ara kaçıp gelmiş Zeynep dükkana. Evde sordum: Çekirge, dedim, neden daha önce gelmedin bana? “Seni ve annemi öldüreceğini söyledi, korktum.” dedi.

Bu son cümleyi söyleyince biraz durup birden toparlandı Kambur Cemal:  “Bu akşam bu iş çözmemiz lazım!”

Hepimizin üstünden tren geçmiş gibiydi. Haydut, titriyordu, Atkafa ağlıyordu, ben hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim ama Cemal’in “işi çözmemiz lazım” derken ne kastettiğini Atkafa da dahil herkes anlamıştı. Cemal planı yapmıştı. “Şimdi dağılıyoruz.” dedi, gece dörtte herkes Haydutgilin marketin önünde olsun.

Cemal ayrılmadan önce beni köşeye çekti. “Bunu Hüsnü hocaların kapıya bırakırsın.” dedi. Üstünde “Papatya kokulu sevdiğime…” yazan bir zarftı bu. Günlerdir cebinde gezdirdiği belliydi, eskimiş, yıpranmıştı. Bu zarf, giremediği bir Zeynep’in hayatıyla tam ortasına oturduğu diğer Zeynep’in hayatı arasındaki köprü gibiydi, tek kullanımlık bir köprü.

Haydutgilin marketin önüne gittiğimde saat tam dörttü. Kambur ve Haydut sigaralarını yakmış dükkanın önünde oturuyorlardı. İkisi de yeni gelmiş gibi görünmüyordu. Atkafa, on beş dakika geç kaldı, gelir gelmez de yola çıktık.

          Selim’in evinin önüne geldiğimizde evin ışığı yanmıyordu. Cemal Atkafa’ya dönüp sen direksiyonda kal, dedi. Atkafa direksiyonun başında kaldı. Üçümüz iki katlı binaya girdik. Alt kattaki daire boştu, Selim, geçen ay kirayı ödeyemeyen kiracısını atmış evden. Üst kata çıkıp kapıya vardığımızda binada hiç ses yoktu. Cemal’in kırdığı kapı yarım aralık duruyordu. Kapıyı itip içeri girdik. Işığı yaktık. İçeride kimse yoktu. Beş dakika geçti geçmedi Atkafa dışarıdan beni aradı. “Selim karşı sokaktan çıktı, evin önüne geldi, binaya giriyor. Ben burada sotelendim, kaçacak olursa yakalarım. O sırada dış kapının sesi geldi, Selim içeri seslendi, kim var orda, iki adım daha atıp içeri girince Haydut üstüne atladı, derdest edip koltuğa bir çuval gibi attı Selim’i. Selim’in suratı bembeyazdı. Elli yaşında, zayıf, uzunca boylu elmacık kemikleri zayıflıktan fırlamış, hasta görünümlü bir adamdı Selim. Kambur Cemal, yıllarını yanında geçirdiği ustasının suratına yılların bütün muhasebesini okur gibi bakıyordu. “Ne istedin lan şuncacık kızdan?” diye sordu. Selim, başını önüne eğdi. Cemal, Selim’in başını çenesinden kaldırıp suratına tükürdü. Ben o akşam babamı affettim…

Cezaevi aracıyla adliyeye geldiğimizde bahçede papatyalar vardı. İlk duruşmaya ancak baharda çıkabildik. Hala kağıttan maskeler vardı hepimizin suratında. Cemal ifade verirken maskesini çıkardı. Hakim uyardıysa da dinlemedi. Kelimesi kelimesine de şunları söyledi: “Biz kimseye hastalık bulaştırmadık Hakim Bey, bundan sonra da bulaştırmayız. Hastalık bizde değil! Dünya zaten hastaymış, bunu ben daha anamın karnında anlamalıydım ama malum olayda anca anladım. Haşa, dünyanın ellerini yıkamak da bize düşmez. Cezamız neyse razıyız.”

İlk duruşmada Haydut Mustafa hariç hepimiz tahliye olduk. Haydut, daha önceki cezasıyla birleşince iki yıl ceza aldı. Altı ay yatarı varmış.

O akşam mı? O akşam Haydut Mustafa,  Selim’in suratına bıçakla papatya çizdi. Kambur Cemal “Bu işi çözmemiz lazım.” dediğinde hepimizin aklında aynı şey vardı. Onu doğrayıp kedilere vermek geçiyordu benim aklımdan. Cemal hiç detaya girmemişti ama o gece kasabadan çıkıp ilçeye giderken -sokağa çıkma yasağı olduğu için orman yolundan gidiyorduk- bir ara Haydut’a dönüp onu buraya gömmeyelim, baksana buradaki her şey ne kadar masum, gibi bir şeyler söylemişti. 

Kambur Cemal, Selim’in suratına tükürdükten sonra Haydut Mustafa bıçağını çıkarınca Selim yalvarmaya başladı. Ardından Haydut, diziyle Selim’in suratına çöktü Selim’den tuhaf sesler çıkıyordu. O sırada Cemal’i duvarda asılı bir fotoğrafa bakarken gördüm. Zeynep, gözlerini dikmiş, olanca masum gülümsemesiyle dünyaya bakıyordu. Kambur Cemal Haydut’un kolundan yakaladı. Böyle masum gülen bir kızın boynuna taşıyamayacağı bir hesap  vuramayız, dedi. Haydut Mustafa, Cemal’e bakıyordu. Bir süre öylece kaldık. Mustafa onaylar gibi başını salladı, sonra Selim’in üzerinde titiz bir ressam gibi beş dakika uğraştı. Korkudan bayılmış olan Selim’i sırtında yine Haydut taşıdı arabaya. Sonra küçük bir iş için sanayiye gittik, sanayide Selim’in uyanık olmasına dikkat ettik, ardında da karakola… Yol boyunca araba sidik kokmuştu.

Selim’le birlikte hepimizi içeri aldılar. İlk gün karakolda Selim’i çok dövmüşler. Dükkanı yakmasaydık belki hiç tutuklanmayacaktık.

Bir tükürük ve bıçakla çizilmiş bir papatya… Selim pezevengi hala içeride, suratında o papatyayla içeride ne yapıyor bilmiyorum. Cemal, Selim’in suratındaki façaya “çehrede sabit sanat!” diyor o günden beri. Bu laf Haydut’un çok hoşuna gitti.

Adliyeden çıktığımızda dışarıda bir sürü insan bizi bekliyordu. O kalabalığın arasında Çekirge’yle Kambur Cemal’in sarılmasını görmeliydiniz.

Aradan epey zaman geçti. Haydut çıkalı bir yıl kadar olmuştu. Cemal elinde bir zarfla çıkageldi. Zarfın üstünde daha önce görmediğim harflerle yazılı bir damga vardı. Mektup Kamboçya’dan gelmiş. Zarftan birkaç kağıt, bir kartpostal ve bir fotoğraf çıkardı Kambur. Zeynep, Kamboçya’da halka faydalı işler projelerinde kamu binalarını onarıyormuş. Yaptığı işleri uzun uzun anlatmış, en son bir okul binasını onarmışlar, fotoğraf da orada çekilmiş. Fotoğrafta bir sürü çekik gözlü kız ve Zeynep vardı. Fotoğrafın arkasında şunlar yazıyordu:

“Papatya kokulu sevdiğinin çekirgelerinden Cemal abilerine sevgiyle…”

Taş masada Kambur Cemal, Atkafa Fikri, Haydut Mustafa ve ben, üçüncü biralarımızı dünyanın tüm çekirgelerinin şerefine kaldırdık.

YUSUF METİN

Önerilenler
ŞiirlerYazılar

RESİM Erkan Nazlı

Yeni bir resme başlamak, Yeni bir insanı tanımak gibidir. Tuvalde soru işaretleri. Renkler…
Devamı
ŞiirlerYazılar

KALAMIŞ Erkan Nazlı

Bir gün Kalamış’taBira içelim.İnsanları seyredip,yaşamadıkları öykülerini…
Devamı
ŞiirlerYazılar

BİR DELİ AĞAÇ Erkan Nazlı

Soğuk ve ıslak hayallerindeBir kış akşamının,Yitirdiklerinin özlemi sol…
Devamı
Bülten
Güncel haberleri takip edebilmek için kaydolun.

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir