“MİMARLIK, YAPI YAPMA SANATIDIR…”
Le Corbusier, mimarlığı, “Işık altında biraraya getirilen kütlelerin, ustalıklı, doğru ve görkemli oyunu” olarak tanımlar. Bu, “şairane” bir tanımdır. Ludwig Mies van der Rohe’ye göre ise, mimarlık, “Çağın, mekânsal terimlerle ortaya konmuş isteğidir.” Bu, “sofistike” bir tanımdır. Mimarlığın böyle daha pek çok tanımı vardır.
Ama ben şimdi ötekileri bir yana bırakıp, yapısal sorunlara öncelik veren, Gotik Stil’in strüktürel kurgusuna hayran olan Viollet-le Duc’ün tanımını dikkate alacağım.
Bu ünlü Fransız mimar, “Mimarlık, inşa etme sanatıdır” der. “Mimarlık, yapı (bina) yapma sanatıdır” cümlesi de aynı anlama gelir.
Bu tanım, “şairane”, “sofistike”, “süslü” bir tanım değildir. Bu tanım, işlevsel bir tanımdır, yalın bir tanımdır. Bu tanım, meslekten olmayanların da kolayca anlayabildikleri bir tanımdır; çünkü, sokaktaki adam için, mimarlık yapmak demek, bina yapmak demektir.
Ben, mimar olarak, kuramcı olarak, bu tanımın yanlış olmadığını, ama biraz eksik olduğunu düşünüyorum. Ancak, burada böyle bir tartışma açmayacağım ve bu tanımı, hem gerçeği büyük ölçüde yansıttığı, hem de, bu yazının konusu açısından elverişli olduğu için, kabul edeceğim.
“Mimarlık bina yapma sanatıdır” cümlesindeki “yapma” sözcüğü mimarlık mesleğiyle binalar, yapılar arasında olumlu bir ilişkinin bulunduğuna işaret etmektedir.
Ne var ki, mimarların gündeminde, her zaman ve yalnızca “yapılan binalar” yoktur; zaman zaman, tam tersi, “yıkılan binalar” da vardır. Mimarlık tarihi, yapılan binaların olduğu kadar, yıkılan binaların da tarihidir. Çökmüş, yıkıntı haline gelmiş bir yapının söyleyecekleri, ayakta duran yeni bir yapının söyleyeceklerinden az olmayabilir; kimi örnekler söz konusu olduğunda, daha da fazla olabilir.
Ancak, özellikle ülkemizde, bu konu, mimarlığın, mimarların gündemine, belli sınırlar içinde, genellikle, binaların depremlerde yıkılmamaları için alınacak önlemler; imar kurallarına aykırı, kaçak, ruhsatsız yapıların belediye ekipleri tarafından yıkılması; korunması gereken yapıları yıkmak için fırsat kollayanları engellemek; “iyileştirme”, “yenileme”, “kentsel dönüşüm” gibi başlıklar altında, büyük kentsel alanların, bilimsel gelişmeler çerçevesinde ya da haksız kazançlar sağlamak amacıyla yıkılması bağlamında ve biraz da, savaşların yıktığı mimari mirasa hayıflanma biçiminde gündeme gelmektedir.
Bense, bu yazımda, konuyu, yani yıkım kavramını, biraz farklı bir biçimde ele almaya; yıkma eylemine, yıkılan ya da yıktırılan binalara başka açılardan bakmaya çalışacağım.
SODOM VE GOMORRA
Efsanelerin, dinlerin başlangıcında, yaratılış öyküleri yer alır. Bu öyküler, adı üstünde, evrenin ve dünyanın, canlıların ve cansızların nasıl yaratıldıklarını, nasıl varedildiklerini anlatır.
Örneğin, Mezopotamya Mitolojisi’nde, ilk tanrılar olarak, Marduk ve Tiamat’la karşılaşırız. Yunan Mitolojisi’nin kurucusu sayılan Hesiodos’un kitaplarından biri “Theogonia”, yani “Tanrıların Doğuşu” adını taşır. Tevrat’ın, “Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı” âyetiyle başlayan birinci kitabı, Arapça’da “varolma” anlamına gelen “Tekevvün” ya da Türkçe’de daha yaygın olarak kullanılan biçimiyle “Tekvin” adını taşır.
Bu öykülerin birçoğunda, tanrıların mimarlığa yaklaşımları olumludur. O öykülerde, tanrılar, binalara karşı yapıcı davranırlar.
Orta Afrika’da yaşayan Faliler’in evlerinin planı, bir kaplumbağanın bedenini andırır; çünkü onlara ev yapmayı, ataları, dolayısıyla da, tanrıları olan bir kaplumbağa öğretmiştir.
Yunan Mitolojisi’ne göre ise, insanlar, kentler kurmayı, yarı insan yarı yılan olan Kral Kekrops’dan öğrenmişlerdir. Yine aynı mitolojide, soydaşlarına kulübe yapmayı öğreten Pelasgos’la; Efes’teki, kendi adını taşıyan ve Antik Dünya’nın Yedi Harikası’ndan biri olan binanın, o çok ünlü Artemis Tapınağı’nın yapımına, kocaman, ağır taşları kaldırıp yerlerine koyarak yardım eden tanrıça Artemis’le karşılaşırız.
Kutsal Kitap’ta, Tanrı, o dillere destan Süleyman Tapınağı’nın nasıl inşa edileceğini en ince ayrıntılarına kadar bildirir. Bir söylentiye göre ise, Ayasofya’nın planını çizen de Tanrı’nın kendisidir.
“Tanrı” sözcüğü yerine “Doğa” sözcüğünü, pekâlâ, rahatça koyabiliriz. O zaman, Vitruvius’un, insanların evlerini kırlangıçların yuvalarını nasıl yaptıklarını gözleyerek, onlardan esinlenerek inşa ettiklerine ilişkin savını da ,Doğa’nın mimarlığa olumlu, yapıcı katkılarda bulunduğunu ortaya koyan bir kanıt olarak görebiliriz.
Bu, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun ikinci yüzünde ise, mimarlığa, mimari yapıtlara olumsuz yaklaşan, onlara yıkıcı davranan, kentleri, binaları, pervasızca yakıp yıkan doğa güçleri ya da tanrılar vardır.
Bu yıkıcılığın altında yatan nedenler çok çeşitlidir .
Örneğin, tanrıların genellikle, insanların onları dinlemeyip, yanlış yollara sapmaları durumunda gazaba geldikleri ve kentleri, binaları, onları cezalandırmak için yıkmaya kalkıştıkları söylenebilir.
Yalnızca Gılgamış Destanı’nda, yalnızca Tevrat’ın Tekvin bölümünde değil, Yunanistan’dan İskandinavya’ya uzanan geniş bir coğrafyada karşımıza çıkan Tufan öyküsü, özellikle Kutsal Kitap’ta anlatılan biçimiyle, bütün yerküreyi kapsamaktadır. Bir başka deyişle, yağan yağmurlar, seller, dünya üzerindeki her şeyi, bu arada elbette ki, binaları da etkilemiş, onların yıkılıp gitmelerine neden olmuştur.
Bu tür yıkımların bir başka örneği de, Lût Peygamber’in uyarılarına aldırmadıkları, sapık davranışlarda bulundukları için, Tanrı’nın gazabına uğrayan Sodom ve Gomorra kentleridir. Tekvin’de yer alan şu ayetlerde, bu iki kentin yıkılarak cezalandırılması, şöyle dile getirilmektedir:
“Rab, Sodom üzerine ve Gomorra üzerine, göklerden kükürt ve ateş yağdırdı ve o şehirleri ve bütün Havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt üst etti […] ve İbrahim […] Sodom ve Gomorra’ya doğru ve bütün Havza memleketine doğru baktı ve gördü ve işte, yerin dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu.”
DELENDA EST CARTHAGO
Savaş, insanları öldürür, binaları yıkar, kentleri, köyleri yerle bir eder.
İnsanlar, neredeyse dünyanın kuruluşundan beri birbirleriyle savaşmaktadırlar. Onun için de, pek çok mimari yapıtın yazgısı bu olmuştur.
Savaşlarda yıkılanlar, kimi zaman küçük yerleşmeler, yoksul evler, kimi zaman ise, zengin metropoller, anıtsal binalardır.
Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında faşistler tarafından bombalanan Guernica, küçük, önemsiz bir İspanyol kasabasıdır. İÖ 6. yüzyılda, çok önemli bir kent olan Kudüs’e saldıran Babil Kralı Nabukadnezar’ın emriyle yıkılan Süleyman Tapınağı ise, çok önemli, dillere destan bir binadır.
Bir süre sonra, bu kez Nabukadnezar’ın kenti, zamanının metropollerinden biri olan Babil, Asurlular tarafından saldırıya uğramış ve yağmalanmıştır.
Akdeniz’e, hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik alanda egemen olmak isteyen Roma İmparatorluğu’nun, rakibi olarak gördüğü Kartaca’nın palazlanmasından çok kaygı duyduğunu; bu kaygının, Roma’nın ileri gelenleri arasında, neredeyse bir takıntıya dönüştüğünü; bu insanlardan biri olan Marcus Porcius Cato’nun, hemen her konuşmasını, “Delenda est Carthago” (“Kartaca yok edilmelidir”) sözleriyle bitirdiğini; bu iki devlet arasında İÖ 3. ve 2. yüzyıllarda gerçekleşen ve “Pön Savaşları” diye anılan savaşların üçüncüsünün sonunda, Kartaca kentinin haritadan silindiğini; bir zamanlar binalarla dolu olan alanların, tarla sürer gibi sürülerek, birer “tabula rasa” ya dönüştürüldüğünü biliyoruz.
Hitler, Nazi işgaline direnerek ayaklanan Varşova’yı, taş taş üstünde kalmayacak şekilde bombalamış; atılan bombalar, kentin tarihî merkezi Rynek Starego Miasto’daki eski binaları yıkıp yok etmiştir.
İstanbul da, savaşların neden olduğu yıkımlardan payını almış bir kenttir. İstanbul’u, henüz Bizantion adını taşıdığı zamanlarda, İS 2. yüzyılda kuşatan Roma İmparatoru Septimus Severus, kentin surlarını yıkmıştır. 1453 yılının Mayıs ayında ise, İstanbul’un surlarını, o zamanlar için çok etkili bir silâh olan kocaman toplarıyla, Fatih Sultan Mehmet yıkmıştır. İstanbul, bir de, 1204 yılında, IV. Haçlı Seferi’nde, işsiz güçsüz, çapulcu bir topluluk tarafından, acımasızca, hoyratça, insafsızca, kıyasıya yağmalanmıştır.
Kentleri, binaları, yalnızca devletler arasında, daha doğrusu, devletlerin silâhlı kuvvetleri arasında gerçekleşen, geniş kapsamlı, resmî savaşlar değil, yerel iç savaşlar, kısa süreli başkaldırılar, isyanlar, ayaklanmalar da yıkabilir. Örneğin, Fransız İhtilâli’nin başladığı tarih olarak kabul edilen 14 Temmuz 1789 günü, aynı zamanda, Paris’teki Bastille Hapisanesi’nin, bir avuç insan tarafından saldırıya uğradığı gündür.
İstanbul’da, Bizans döneminde çok sık rastlanan ayaklanmaların en ünlülerinden biri olan Nike Ayaklanması sırasında, bugünkü Ayasofya’nın yerinde bulunan ahşap çatılı bir bazilika olan İkinci Ayasofya yakılıp yıkılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ise, Patrona Ayaklanması sırasında, isyancılar, başta 1722 yılında inşa edilen Sâ’dâbâd Sarayı olmak üzere, Lâle Devri’nde, Kağıthane’de, Fransa’dan, Versailles Sarayı’ndan esinlenen, dolayısıyla da, Barok özellikler içeren ve “Hurremâbâd”, “Hayrâbâd”, “Kasr-ı Cenan”, “Kasr-ı Nişâd”, “Cetvel-i Sim” gibi zarif adlar taşıyan çok sayıda binayı yıkmışlardır. Patrona’nın bu kadar yıkımla tatmin olmadığı, Lâle Devri’nin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın memleketi olan Nevşehir’i de yıkmaya kalkıştığı söylenir. (6) Ayvansaraylı Hüseyin Efendi’ye göre ise, Kabakçı Mustafa İsyanı’nda bir günde 120 kadar köşk ve kasır yıkılmıştır.
Kentleri, binaları yıkanların kimileri, yaptıklarıyla övünürler. Hitit Kralı I. Hattuşili, bu saldırganlardan biridir.
Asur Kralı Sinnaherib’in iziniyle, Asur askerleri, Babil’e, “temellerini bile yok edecek” kadar vahşice saldırmışlardır. Sinnaherib, bütün bu olup bitenleri onayladığını, övünerek şöyle anlatmıştır:
“Gelecekte kentin yerini, tapınaklarını ve tanrılarını kimse hatırlamasın diye, su baskınından [Tufandan] da mükemmel bir biçimde kenti yıktım. Baştan aşağıya suyla kapladım ve otlak haline getirdim.”
Asur Kralları, Babil Kralları, yüzyıllar önce yaşamışlardır. Süleyman Tapınağı’nı, Babil kentini yıkan savaşlar, çok eskilerde kalmıştır. Ama bütün bu olumsuzluklar, insanlığın gündeminden henüz düşmemiştir. Tarih, tıpkı bir zamanlar I. ve II. Dünya Savaşı’nda, Kıbrıs’ta, Saraybosna’da olduğu gibi, şimdi de, Irak’ta, Lübnan’da yinelenmektedir Bütün bunlar ve daha başka olaylar; örneğin İkiz Kuleler’in bir uçak saldırısı sonunda, çok kısa bir sürede yerle bir olmaları, insanları öldürmeyen, binaları yıkmayan barış günlerinin, henüz çok uzaklarda olduğunu bir kez daha göstermiştir.
BÜYÜK KENTLERİN MERKEZLERİNİ YIKMA […] FİKRİNE GELİNMESİ GEREKTİĞİNİ, SERİNKANLILIKLA DÜŞÜNÜYORUM.
Hemen her zaman, yeni, iktidarını kurabilmek, pekiştirebilmek, sürdürebilmek için, eskiyi yıkmak zorundadır. Bu, kural, bu zorunluluk, dinden sanata, politikadan bilime, hemen her alan için geçerlidir.
Ancak, kimi yenilerdeki yenilik dozu daha azdır. Bunlar, genellikle daha hoşgörülü, daha sentezci, daha uzlaşmacı olurlar. Kimi yeniler ise, eskiyi daha çok, daha keskin, daha kökten bir biçimde yadsırlar. Bunlar daha yıkıcıdırlar.
Sanayi Devrimi, böyle bir devrim; onunla sıkı bir ilişki içinde olan Modernizm, böyle bir akımdır. Bu akımın en önemli bileşenlerinden biri olan Modern Mimarlık için de, aynı şey söz konusudur; büyük bir kırılma noktası oluşturan bu mimari akım, son derece yıkıcıdır.
Modern Mimarlığın yıkıcılığı, kimi söylemlerde, kimi eylemlerde, daha yoğun, daha belirgin, daha vurucu bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Hiç kuşkusuz, Crystal Palace da, Galerie des Machines de, Eiffel Kulesi de, Fagus Fabrikası da, Şelâle Evi de, Barselona Pavyonu da, Modern Mimarlığın, o mimarlığın “babaları” sayılan Gropius’un , Mies van der Rohe’nin, eskiden ne kadar koptuğunu, eskinin iktidarına nasıl son verdiğini ortaya koymaktadır. Ama bence, kuramsal yönü, söylemi çok güçlü olan Le Corbusier, Modern Mimarlığın yıkıcılığını, daha keskin bir biçimde yansıtmaktadır.
O, iki yanında, çeşitli işlevleri karşılayan binaların, dükkânların bulunduğu, çocukların oyun alanı olarak kullandıkları sokaklarıyla; diğer bölgelerinden daha yoğun, daha hareketli merkez bölgesiyle, varlığını yüzyıllardır sürdüregelen kent kavramını kökünden sarsmış, böyle bir yerleşme modelini kaldırıp atmış ve bu doğrultuda ne kadar kararlı, ne kadar ısrarcı olduğunu, “Urbanisme” (“Şehircilik”) başlıklı kitabında, “Büyük kentlerin merkezlerini yıkma, sonra onları yeniden inşa etme fikrine gelinmesi gerektiğini, serinkanlılıkla düşünüyorum” diyerek ortaya koymuştur.
Le Corbusier, bu düşüncesini ilk olarak, 1922 yılında, “Üç milyon nüfuslu çağdaş bir kent” olarak adlandırdığı çalışmasında, simgesel de olsa, bir tasarıma dönüştürmüştür. Bu kentin merkezi, her biri haç biçiminde, her biri 60 katlı olan gökdelenlerden oluşmaktadır. Le Corbusier, üç yıl sonra, geliştirdiği bu modeli, biraz değiştirerek, gökdelenlerin sayısını 18’e indirip, bunların yüksekliklerini 200 metreye çıkararak, Paris’e, bu kentin tarihî merkezine uygulamıştır.
Bu fikri destekleyen sanayici Gabriel Voisin’in adını taşıyan, Voisin Planı olarak bilinen bu öneri, Paris’in merkezini, orada bulunan, Marais, Temple gibi tarihî mahalleleri yerle bir etmektedir. Yalnızca Voisin Planı bile, Le Corbusier’nin ne kadar yıkıcı bir mimar olduğunu ortaya koymaktadır.
Böyle bir öneri, hele tarihî mirasın, o miras içinde yer alan binaların, kent parçalarının korunmasına ilişkin bilincin öne çıktığı günümüzde, rahatlıkla, bir cinayet, bir çılgınlık olarak nitelenebilir.
Bu niteliği nedeniyle, gerek Paris için geliştirilmiş olan Voisin Planı, gerekse, başka kentlerdeki, Cezayir’deki, Moskova’daki Le Corbusier tasarımları, yöneticiler tarafından kabul görmemiş, dolayısıyla da uygulanmamış, kağıt üzerinde kalmıştır.
Sovyet Devrimi’nden sonra, Moskova’nın imarı ile görevlendirilen “Mimarlık ve Planlama Dairesi” nin başkanı V. N. Semenov’un sözleri, bu konuda iyi bir örnektir. Şöyle demiştir Semenov:
“Kuşkusuz, Moskova’nın yeniden inşa edilmesi gerekiyor, yeni bir kentin kurulması ya da Moskova’nın yok edilmesi değil […]. Le Corbusier’nin, Moskova’nın yıkılmasını isteyen önerileri kabul edilemez.”
ÜÇ YIKICILAR: DADA , FÜTÜRİZM , HUNDERTWASSER
Le Corbusier, az önce de belirttiğim gibi, Modern Mimarlığın yıkıcılığını çok iyi temsil etmektedir. Ama Modernizmin bu yönünü, en az onun kadar, belki de, ondan daha fazla vurgulayan, daha başka yıkıcılar da yok değildir. Bunlar arasında yer alan Dada ve Fütürizm, felsefelerini ağırlıklı olarak yıkıcılığa dayandırırlar. Hele, I. Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü, dünyayı yakıp yıktığı acılı, karanlık günlerde, başta Romen asıllı Tristan Tzara olmak üzere, Jean Arp, Hugo Ball, Marcel Duchamp gibi, kaplarına sığmayan bir avuç sanatçının oluşturduğu Dada akımı söz konusu olduğunda, yıkıcılık kavramı, nihilizme varacak ölçüde öne çıkar. 1918 yılında yayınlanan Dada Manifestosu’nda yer alan şu sözlerin, yukarıdaki savımı açıkça kanıtladığını düşünüyorum:
“Herkes bağırsın: Yapmamız gereken, yıkıcı, olumsuz büyük bir iş var […] Yıkıcı bir eylemde tüm varlığıyla yumruklu bir gösteri: DADA.”
Dada’nın felsefesi, sanata bakışı, işte bu kadar yıkıcıdır. Ancak, şunu hemen belirteyim: Dada’nın mimarlık ayağı çok zayıftır, daha doğrusu, yoktur. Dolayısıyla, Dada felsefesiyle tasarlanmış bir kent, bir bina, bir ütopya olarak bile yoktur. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur; çünkü Dada, yalnızca yıkmaya odaklanmıştır.
Modernizmin ürünü olan ve yıkıcılıktan yana olan bir başka akım da, Fütürizmdir. Bu akımın mimarlıkla ilişkisi çok daha fazladır. Katıldığı I. Dünya Savaşı’nda, yaşamını çok genç yaşta yitiren Antonio Sant’ Elia, Fütürist bir mimardır. Bu mimar, Fütürizmin kurucusu, şair Filippo Tommaso Marinetti ile birlikte bir Fütürist Mimarlık Manifestosu yayımlamıştır.
11 Temmuz 1914’te yayımlanan bu manifesto, mimarlığın artık gelenekten koptuğunu, işe baştan başlamak durumunda olduğunu; katedrallerin, sarayların modasının geçtiğni, şimdiki insanların, tren istasyonları, kapalı alışveriş merkezleri, devasa limanlar inşa etmek ve “yararlı yıkımlar” yapmak durumunda olduklarını; evlerimizin bizlerden daha kısa ömürlü olması, her kuşağın kendi kentini, kendi çevresini inşa etmesi gerektiğini vurgular.
Böyle bir şeyin gerçekleştirilebilmesi için de, daha önce yapılanların, artık eskimiş olan kentlerin, evlerin yıkılmasının zorunlu olduğu besbellidir.
Neyse ki, Fütürist kent tasarıları uygulanma olanağı bulamamış, tıpkı Le Corbusier’nin yıkıcı tasarımları gibi, kağıt üzerinde kalmış, binalar ve kentler, çok kısa aralıklarla yıkılmaktan kurtulmuşlardır.
Mimarlıkla yalnızca kuramsal düzeyde ilgilenmekle kalmayıp, uygulamalar da yapmış, binalar inşa etmiş olan Avusturyalı sanatçı Hundertwasser’e gelince, o, bir yandan, diploma koşulu aranmaksızın, herkesin mimarlık yapmasına izin verilmesi gerektiğini savunurken, bir yandan da, Mies van der Rohe’nin, Neutra’nın, Gropius’un, Johnson’un, Bauhaus’un ve Paris’in merkezini yıkmaya kalkan Le Corbusier’nin binalarının yıkılması gerektiğini ileri sürer ve böylece, yıkıcılar kervanına o da katılmış olur.
YIKICI BİR VALİ, YIKICI BİR BAŞBAKAN
Savaşlarda, binaları, kentleri askerler yıkarlar. Barışta ise, bu işi politikacılar yaparlar. Yıkıcı, bir imparator olabileceği gibi, bir belediye başkanı, bir belediye başkanı olabileceği gibi, bir vali, bir vali olabileceği gibi, bir başbakan da olabilir.
Bu gibilerin sayısı hiç de az değildir. Örneğin, Bedrettin Dalan, kısa bir süre önce, Turgut Özal’ın da desteğiyle, Tarlabaşı’nı ve Haliç’teki kimi yerleşmeleri yıkmıştır. Bugün, Melih Gökçek, Ankara’yı yıkmaktadır. Daha eskilere gittiğimiz de ise, Bursa Valisi olduğu sıralarda, arabasıyla kentin sokaklarında dolaşırken, uzattığı bastonunun ucuna değen binaların yıkılması emrini veren Ahmet Vefik Paşa’yla karşılaşırız.
Aşağıda, biri Fransız, biri Türk , iki yıkıcıdan biraz daha ayrıntılı olarak söz edeceğim.
Birincisi, onunla aynı kafada olan III. Napolyon’un da desteğiyle, Paris’i yıkan Paris Valisi Haussmann’dır. Haussmann, anılarında, Paris’te açılacak bulvarların nerelerden geçeceğine, yani kentin nerelerinin yıkılacağına, imparatorun karar verdiğini; aynı kişinin, bütün bunları, duvara astığı bir Paris haritası üzerinde, ivedilik durumuna göre, çeşitli renklere boyadığını anlatır.
Evet, 19. yüzyılda, Haussmann’ın vali olduğu dönemde, Paris büyük bir değişime uğramıştır.
Michel Ragon, Haussmann’ın Paris kentinin içinde açtığı, bugün Sébastopol, Malherbes, Voltaire, Haussmann gibi adlar taşıyan bulvarların, yeni caddelerin toplam uzunluğunun 165 kilometreyi bulduğunu söyler. Bu ise, çok sayıda binanın yıkıldığı, çok sayıda dar, eski sokağın ortadan kalktığı anlamına gelir. Aynı yazarın, aynı kitabında, “Histoire de l’architecture et de l’urbanisme modernes”de (“Modern Mimarlık ve Şehircilik Tarihi”), aynı valinin, Haussmann’ın zamanında yıkılan binaların sayısının 24.424 olduğunu yazar.
Haussmann’ın görevden alındığı 1870’den yaklaşık seksen yıl sonra, 1950’lerde, Başbakan Adnan Menderes’in, bir ölçüde Prost’un yaptığı planlardan yola çıkarak, Kurtuluş Savaşı’nın tamamlanmasından, Ankara’nın başkent ilân edilmesinden sonra, bir hayli ihmal edilmiş olan İstanbul’da giriştiği imar hareketi çok yıkıcı olmuştur. Menderes’in o dönemdeki uygulamalarını hiç onaylamayan Doğan Kuban, İstanbul Ansiklopedisi’ne yazdığı “Menderes ve İstanbul” başlıklı yazısında, o uygulamalardan şöyle söz eder:
“Büyük yol ve meydanların açılması için Menderes döneminde istimlak edilip yıkılan bina sayısı 72.892’ye ulaşmıştır. Tarihî İstanbul’un en eski aksı üzerindeki eserler ya ortadan kaldırılmış (Murad Paşa Hamamı ve daha birçok yapı) ya da tıraş edilmiş (Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı), yollar, karayolcuların standartlarına göre indirilip çıkartılarak büyük anıtların kimisinin temelleri havada kalmış (Bayezit Hamamı, Fatih Külliyesi’nin Akdeniz Medreseleri), bazen de toprağa gömülmüştür (Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi ve Subyan Mektebi).”
ST. LOUİS 15 TEMMUZ 1972 SAAT 15.32
Toplumsal olayların başlangıç ve bitiş tarihlerini, günü gününe, ayı ayına, hatta kimi zaman yılı yılına, kesin olarak saptamak olanaksızdır. Genellikle simgesel bir kabul sözkonusudur.
Örneğin, Avrupa’da Rönesans’ın, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedildiği 1453 yılında başladığı birçokları tarafından kabul edilmiştir.
Aynı durum, Modern Mimarlık için de söz konusudur. Mimarlıkta Modernizm’in tam olarak, ne zaman, hangi olayla hangi binayla başladığı kişiden kişiye değişiklik göstermektedir.
Nikolaus Pevsner’e göre Modern Mimarlık, William Morris’le 1860’larda başlamıştır. Sigfried Giedion, Vincent Sully, Leonardo Benevolo gibi daha başka kuramcılar, 1750’lerin daha doğru bir tarih olduğu kanısındadırlar.
Aynı belirsizlik, bir akımın ne zaman sona erdiğini, dahası, sona erip ermediği sorusunun yanıtında da vardır.
Ama bu söylediklerim, kimileri için geçerli değildir. Bu gibilere göre, daha önceki bölümlerde ortaya konulduğu gibi, gündeme oturduğundan bu yana, nice yıkıma, doğrudan ya da dolaylı olarak neden olan Modern Mimarlık, Japon mimar Minoru Yamasaki’nin, St. Louis’de, 1952 – 1955 yılları arasında yaptığı modern apartmanların, başarısız oldukları gerekçesiyle, 15 Temmuz 1972 günü, saat 15:32’de dinamitle yıkıldığı an yıkılmıştır. Bu sav, ilginç bir savdır ama, gerçekleri yansıtmayan bir fantezi olmaktan öteye gidememiştir. Modernizm de, yıkımlar da sürmektedir.
Bundan sonraki bölümde, daha başka nedenlerle, daha başka yöntemlerle gerçekleştirilen daha başka yıkımlardan söz açacağım.
GÜNAH DİYE RASATHANEYİ, OYUN SAKINCALI DİYE TİYATROYU YIKTIRMAK
Tarih boyunca bağnazlar, dünyanın her yerinde nice insanın ölümüne neden olmuşlardır. Kimi zaman da tutucular, yıkıcı güçlerini, insanların yanısıra, binalara yönelik olarak da kullanmışlardır.
Örneğin, 1575 yılında, Müneccimbaşı Takiyeddin tarafından, Padişah III. Murad’ın görevlendirdiği Sokullu Mehmed Paşa’nın iziniyle, İstanbul’da, Tophane Bayırı’nda kurulan ve epeyce donanımlı bir merkez olduğu bilinen İstanbul Rasathanesi, Şeyhülislâm Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi’nin, gökleri araştırmanın günah olduğu, bu tür girişimlere hemen son verilmezse, devletin batacağı gibi, ipe-sapa gelmez sözlerle Padişah’ın aklını çelmesi, onu korkutması üzerine, yine III.Murad’ın, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya gönderdiği bir fermanla, 21 Ocak 1580’de, bir gecede yıkılmıştır.
Bu yıkımdan tam iki yüz seksen sekiz yıl sonra, 1868’de, bu kez Abdülaziz’in buyruğu ile kurulan ve “Rasathane-i Âmire” adını taşıyan ikinci rasathane de, bir başka bağnaz saldırıda, 31 Mart Olayı sırasında tahrip olduktan sonra yıkılmıştır.
Az önce sözünü ettiğim Şeyhülislam’ın tarikatı olan Kadızadelik, çok tutucu bir tarikattır. Öyle ki, bu tarikatten yana olanlar, yaşamın, her çağda, Hz. Muhammeddin’in zamanında yaşandığı gibi yaşanması gerektiğini söylerler. Birgili Mehmet Efendi’nin kaleme aldığı “Tarikat-ı Muhammediye”, bu inancı savunur.
Bu insanlar, “bid’at” olduğu, yani peygamber zamanında var olmadığı için pek çok şeye, bu arada, müziğe de karşıdırlar ve ezanı bir tür müzik saydıkları için, camilerin minarelerinin yıkılması gerektiğini söylerler.
Aklı başında olanlar için, bu gerekçelerin hiçbirinin o koskoca yapıların yıkılması için yeterli olmadığı açıktır. Ama, bunlarla kıyaslandıklarında, çok daha abuk-subuk, gülünç nedenlerle, pire için yorgan yakar gibi yıktırılmış olan binalar da vardır.
Örneğin, Sultan Abdülaziz, Altunizade İsmail Zühtü Efendi’nin Koşuyolu’nda yaptırdığı köşkü ondan satın almış, ancak, halkın binayı “Altunizade’nin Köşkü” diye adlandırmayı sürdürdüğünü öğrenince sinirlenmiş ve köşkün yıkılmasını buyurmuştur.
Bir başka bina, kiliseden bozma Koca Mustafa Camii ise, bir başka sultanın, Sultan Süleyman’ın gazabına uğramaktan son anda kurtulmuştur. Padişah, bu camiye adını veren Koca Mustafa Paşa’yı Bursa’da idam ettirdikten sonra, onun adını taşıyan camiyi de yıkmak istemiş, ancak daha sonra yumuşayarak, sembolik bir yıkımla yetinmiştir.
Osmanlıca yazılmış oyunları sahneleyen Osmanlı Tiyatrosu da, o oyunlardan birinden rahatsız olan Abdülhamit’in buyruğuyla yine bir gecede yıkılmıştır.
Şu satırlar ise, Raif Nezihi’nin, 1926 yılından başlayarak, fasiküller halinde bir süre yayımlanmış olan “İzmir Tarihi” adlı çalışmasından alınmıştır:
“[…] Katipoğlu, renkli camlarla süslü köşkünün inşası sırasında, ameleye para dağıtırken, her nasılsa elinden bir riyal düşmüş. Bu para bulunamamış, köşkün inşaatı ilerlemiş, bitmiş. Ancak, Katipzâde köşke her gidişinde riyali hatırlamış. Sonunda içi rahat etmemiş, yüzlerce riyal harcayarak, köşkü yıktırıp, düşürdüğü riyali buldurmuş.”
Bu bölümü noktalamadan önce, biraz da, değişik, ilginç birtakım yıkım yöntemlerinden söz etmek, bunlarla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum.
Bunlardan biri, Avusturalya’da yaşayan ve Dieyeriler olarak bilinen yerlilerin kullandıkları yöntemdir. Bu insanlar, kazdıkları, yaklaşık dört metreye iki ya da üç metre boyutlarındaki bir çukurun üzerine, ağaç kütüklerinden, dallardan oluşan bir kulübe yaparlar ve kulübenin ortasına da iki adet taş yerleştirirler. Sonra bu yapıyı, ellerini ve kollarını asla kullanmadan, yalnızca kafalarını vurarak yıkarlar. Bu tuhaf yıkım, aslında bir büyüdür; çünkü bu insanlar, kulübenin, gökyüzünün bir tür yansıması olduğuna, o yapının parçalanmasının, bulutların parçalanmasını, yıkılmasının ise, yağmurun yağmaya başlamasını simgelediğine inanırlar.
Bir İskandinav efsanesinde ise, Olaf Saga Destanı’nın kahramanı Kral Olaf, üzerinden iki arabanın geçebileceği kadar geniş bir köprüyü, köprünün ayaklarına bağlattığı halatları gemisiyle çekerek yıkar.
Samson, ya da Şimşon adlı çok güçlü bir adamın, bir evi kollarıyla yıkışı, Hakimler Kitabı’nda şöyle anlatılır:
“Ve evin üzerinde durmakta olan iki orta direği Şimşon tuttu ve onlara, sağ eliyle birine, sol eliyle ötekine dayandı […] Ve bütün kuvvetiyle eğildi ve ev, beylerin üzerine yıkıldı.”
İS 1. yüzyılda doğan, İmparatorluk Roma’sında yaşamasına karşın Yunan kültürünü daha üstün sayan Plutark, bir dev kadar güçlü bir insan azmanı olan Kleomedes’in, bir gün durup dururken bir okul binasının bir sütununu kırarak, binanın çökmesine ve içerdeki çocukların ölmesine neden olduğunu yazar.
KOLAY KOLAY YIKILMAYAN BİNALAR
Yıkıcı etkenlere karşı uzun süre, başarıyla direnen, kolay kolay yıkılmayan yapılar vardır.
Örneğin, bugün yaklaşık 4.500 yaşında olan Mısır Piramitleri, bu gibiler arasında yer alırlar. Bu taş yapılar, zamana karşı öylesine meydan okumaktadırlar ki, “İnsan zamandan korkar; ama zaman da, piramitlerden korkar” diye bir Arap atasözü vardır.
Yaşı 1.500 dolaylarında olan Ayasofya, Piramitler’le kıyaslandığında hiç kuşkusuz gençtir ama, ondan daha sonra inşa edilmiş olan nice yapı çoktan yıkılmışken, o, kubbesinin birkaç kez çökmesine karşın, hâlâ daha ayaktadır.
100 yaşını henüz aşmış olan Eiffel Kulesi ise henüz bir çocuk sayılır ama, yıkıcılara karşı verdiği savaşım dikkate alındığında, onu, “kolay kolay yıkılmayan” yapılar arasına sokmanın yanlış olmadığı görülmektedir.
Şöyle ki: Yapımının sürdüğü günlerde, bu kule, aralarında bestecilerin, yazarların ve ilginçtir, mimarların da yer aldığı bir grup tarafından “non grata” ilân edilmiş bir kuledir. Böyle olmasına karşın, 19. yüzyılda, Paris’te düzenlenen uluslararası sergilerde yer alan ve mimarlık tarihi açısından çok büyük önem taşıyan nice çelik bina, örneğin “Galerie des Machines”ler, serginin sona ermesi üzerine yıkılırken, göze onca batan Eiffel Kulesi, mucizevi bir biçimde yıkılmaktan kurtulmuştur.
Dahası var: O günlerde, koparılan yaygaranın etkisi altında kalan bir matematikçi, kulesine 300 metrelik bir yükseklik biçen koskoca Eiffel’in yanıldığını, kendi hesaplarına göre, bu görkemli çelik yapının, 228. metreye vardığında yıkılacağını ileri sürüştür. Ama o günden bugüne, aradan 100 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, dünyadaki simge yapıların en etkililerinin başında gelen Eiffel Kulesi yıkılmamıştır, ayaktadır.
Kolay kolay yıkılmayan yapıların bir başka örneği de, Wright’ın Tokyo’da yaptığı İmperial Hotel’dir. Bu bina da bu şanı fazlasıyla hak etmiştir; çünkü, 1923 yılında, meydana gelen müthiş deprem, neredeyse tüm Tokyo’yu yerle bir etmiş, ama o binayı yıkamamıştır. İmperial Hotel, gerçek bir kolay kolay yıkılmayan yapıdır, çünkü depremi atlattıktan 22 yıl sonra, II. Dünya Savaşı’nda, Amerikan uçaklarının attıkları bombalara da aldırmayarak, yaşamını sürdürmüştür.
“EY GÜZEL, YÜCE YIKINTILAR”
Yepyeni bir binanın, öyle bir apartmanın, öyle bir villanın tadı başkadır. Böyle yapılar, insana yaşama sevinci verirler.
Kimilerine göre ise, yıkıntı halindeki binalarda, ayakta, sapasağlam duran binalarda bulunmayan bir güzellik, bir yücelik bulunur. Böyle yapılar, insanı, hüzünlü duygulara, derin felsefî düşüncelere sürüklerler.
Evet, yıkıntı haline gelen binalar, işlevlerini yerine getiremeyen, dolayısıyla da, mimari yapıt olarak kabul edilemeyecek nesnelerdir. Çok değişik biçimlere sahip olabilen bu nesneler, yarısı yok olmuş duvarları, artık hiçbir yük taşımayan, gökyüzüne özgürce yükselerek düşey çizgiler oluşturan kolonlarıyla, soyut heykellere dönüşürler.
Doğal olarak, bu bina-heykellerin kimileri, ötekilere kıyasla, daha başarılı, daha etkileyicidir. Rodin, güzel bir heykel parçalandığında, her parçanın güzel bir heykel olduğunu ileri sürmüş; Bernardin de Saint-Pierre ise, “Güzel bir mimari yapıtın yıkıntısı da güzel olur” diyerek, konuyu mimarlık alanına taşımıştır.
Bu konuya ilgi duyanlar arasında, Rönesans’ın iki usta mimarı, Alberti ve Palladio da vardır. Birincisi, “geçip gitmiş çağların bıraktığı köşe taşlarından”, bunların hayranlıkla seyredilmesinden söz eder; ikincisi ise, “Quattro libri” adlı kitabında, Roma’yı ilk kez ziyaret ettiğinde, oradaki yıkıntılardan ne kadar etkilendiğini anlatır.
İnsanları, bu kadar etkileyen yıkıntılar mutlaka Parthenon ya da Colosseum gibi antik yapılar değildir. Bu yıkıntılar, Modern Mimarlık ürünü bir binanın yıkıntıları da olabilir. Örneğin Peter Blake, “The Master Builders” adlı kitabında, Wright’ın Taliesin West’inin ve onun yakınında inşa ettiği kimi evlerin yıkıntılarının da, sağlam halleri kadar güzel olabileceklerini düşündüğünü belirtir.
18. yüzyılın sonlarında, 19. yüzyılın başlarında, Avrupa’nın kimi yörelerinde, insanlar, bu yıkıntı tutkusunu, saraylarının, konaklarının, malikânelerinin bahçelerine, heykellerin, havuzların yanısıra, yapay yıkıntılar da inşa ettirecek kadar ileri götürmüşlerdir.
Bu ilgi, başka sanatları, başka sanatçıları da etkisi altına almıştır.
Örneğin ressam Hubert Robert, yıkıntıların resimlerini yapmıştır. Bunların bir bölümü, gerçekte yıkıntı halinde olan binaları değil, o an sağlam olan, ayakta duran ünlü yapıları, örneğin, Louvre Sarayı’ndaki Büyük Galeri’yi yıkılmış gibi gösteren resimlerdir. Yıkıntılarla bu kadar yoğun bir biçimde ilgilenen bu ressama, “Robert des Ruines” (“Yıkıntıların Robert’i”) lâkabı takılmıştır.
Beethoven ise, “Yıkıntıların Beethoven’i” değildir ama, bu ünlü bestecinin bir sahne müziği, “Die Ruinen von Athen” (“Atina Yıkıntıları”) adını taşır.
Buraya kadar, mimari yapıtların yıkıntılarına, estetik açısından baktım. Oysa, az önce de belirttiğim gibi bunlar, insanı hüzünlü duygulara, derin felsefî düşüncelere de sürükler.
Ünlü Fransız filozofu Denis Diderot, bu duyguları, bu düşünceleri şöyle dile getirmiştir.
“Ey güzel, yüce yıkıntılar! […] Şu yıkık kubbeye, onun üzerindeki kütlelere ne büyük bir hayranlıkla, ne büyük bir şaşkınlıkla bakıyorum! Bu anıtı yapan insanlar neredeler, ne oldular? […] Yıkıntıların bende uyandırdığı duygular çok büyük. Her şey bir hiçe dönüşüyor, yok oluyor, geçip gidiyor. Kalan, yalnızca dünya. Sürüp giden yalnızca zaman. İki sonsuzluk arasında yürüyorum. Nereye baksam, çevremdeki nesneler bir sonun varolduğunu haber veriyorlar ve beni, kendi sonuma boyun eğmeye yöneltiyorlar”.
Şu sözler ise, Volney Kontu Constantin-François de Chasseboeuf’ündür:
“Issız yıkıntılar, kutlu mezarlar, sessiz duvarlar! […] Siz, danışmasını bilenlere, öyle yararlı dersler, öyle acıklı ya da derin düşünceler veriyorsunuz ki! […] Yıkıntılar!Sizden ders almaya yine geleceğim!”
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra geldiği Atmeydanı’nda bir zamanlar, Ayasofya’nın yakınında başlayıp, ta Marmara’ya kadar inen bölgede bulunan görkemli Bizans Sarayı’nın yıkıntılarıyla karşılaşınca duygulanmış ve Farsça bir şiirin bir bölümünü oluşturan şu sözlerin ağzından çıkmasına engel olamamıştır:
“Perdedâri mikûned der Kasr-i Kayser ankebut / Büm nevbet mizenad ber kubbe-i Efrâsiyâb”.
Son olarak, Türk Edebiyatı’nın en nostaljik yazarlarından Abdülhak Şinasi Hisar’ın, “Yıkılan Yalı” başlıklı yazısından bir alıntı:
“Kanlıca burnundan geçerken, Asaf Paşa yalısını artık göremeyeceksiniz. Zira onu katlettiler. […] Yalının en evvel […] kararmış, kırmızı kiremitleri uçuruldu. Sonra, cumbaların altındaki, büyük annelerimizin sarkık gerdanlarına benzeyen kıvrık destekler baltalandı, parçalandı. Sonra, yalının kaplamalarını, yaldızlı tavanlarını, musluklarını, trabzanlarını, parmaklıklarını, kapılarını, tokmaklarını […] söktüler, kopardılar, çıkardılar […] Hatırlıyorum. O mevsim ben buradan kâh vapur, kâh sandalla geçtikçe, bu manzarayı görmemek için başımı çevirirdim. Fakat yine her defasında, başımı döndürmeden evvel, kâh kastla, kâh gafletle, hafızama saplanarak […] ruhumda bir elem tohumu hâlinde büyüyen elim bir manzarayı görmüş olurdum.”
Gürhan Tümer
Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü